HÜMEYRA YABAR: BENIM SAFIM AY YILDIZIN YANI
LEYLA TURAN: - Niçin yazıyorsunuz? Yazmak için sizi harekete geçiren şey nedir? İlham gelmez, ilhama gidilir diyor büyük ustalar. Siz ilhama gitmek için neler yapıyorsunuz?
Yazıyorum çünkü anlatmak istediğim hikâyeler, paylaşmak istediğim meseleler var. Yazarak bağ kuruyorum hayatla. Dışarı çıktığımda defterim ve kitabım yanımdaysa rahat edebiliyorum ancak. Yazmadığım ya da okumadığım günleri sevemiyorum. Her yeni ayla birlikte dergiler için yazacağım konular belli oluyor. Bu takvim harekete geçmek için yeterli oluyor. “İlham gelmez, ilhama gidilir,” sözü A. Ali Ural hocamızın. İrade ve disiplini ilhamdan çok önemsiyorum doğrusu. Masama oturup temiz bir zihin, dingin bir ruhla yazacağım metne odaklanmaya çalışıyorum. Dikkatimi dağıtacak uyaranlardan uzak durmak önemli benim için. Bir de çok dua ediyorum. Başladığımda, zorlandığımda, yorulduğumda Allah’tan yardım istiyorum. İlham perileri var mı bilmiyorum ama edilen dualara cevabın meleklerle yeryüzüne indiğine ve özgün metinlerin inşasında rol oynadığına şüphem yok.
MERVE BÜYÜKÇAPAR: Edebiyatta yerli olmak ne demek, bu konuda sizin düşünceleriniz nelerdir?
Yazdığım her metinde gökte dalgalanan bayrağın ve üstünde yükseldiğim toprağın hakkının olduğunu bilmek. Günümüzde vatan müdafaası fikirle, sözle, kalemle yapılıyor. Safını belli etmekten büyük gurur mu var! Benim safım ay yıldızın yanı. Sözüyle Türk edebiyatını yükselten yazarların arasında yer alabilirsem ne mutlu. Duam budur.
DERYA ÖZER: Dünya ve Türk edebiyatının kaleminizi besleyen kaynakları nelerdir? Hikâyelerinizin fikri altyapısını kurmanızı sağlayan şeyler nelerdir?
Türk edebiyatında altında soluklandığım çınarlar; Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Ali, Refik Halit Karay, Sezai Karakoç, A. Ali Ural. Dünya edebiyatında kenarında dinlediğim nehirler ise; Rilke, Tagore, Cibran, Papini, Kazancakis. İkinci sorunuza gelirsek, yazarken fark etmesem de yazdıklarımla ilgili yapılan yorumlardan psikolojiden çok beslendiğimi fark ediyorum. Meyveyi yazarken aradığım insandı. Hayvanı yazarken karşılaştığım insan. Bir kulübe yapıp ona sığınmak isteyen de insandı. Bu bağlamda, psikoloji ve felsefe dostu yazarın. İnsana dair yeni bir bakış hediye ediyor.
CANAN OLPAK KOÇ: Psikoloji verileri dinleyeni varlığın katı gerçekliği ile karşı karşıya getirir. Dinleyen bir de bu işi bir uzmanlık alanı olarak yapıyorsa çözüm için öneriler sunmak, bu katı gerçekliğin verdiği acıyla kişinin baş etmesini sağlamak durumundadır. Edebiyat ise en katı gerçeklerin bile okurda merhamet uyandırdığı çoğu zaman sıradan okurun yakınlık kurduğu cümlelerle aynı zamanda dinleyici olan okuru kendine bağlar. Yani iki dinleyici tipinin bir örneğisiniz. İşiniz zor gibi görünüyor buradan. Bunlardan yola çıkılarak bizlere psikoloji ile edebiyatın paydalarından bahseder misiniz belki de işi zorlaştıran (varsa) taraflarından.
Dinlemek karşındaki insanın hikâyesinden bir pay almaktır. Sadece anlatan değil o konuşurken şefkat ve dikkatle ona yönelen kişi de şifalanır. Psikoloji de edebiyat da insanın hikâyesiyle ilgileniyor. Edebiyat zemininde buluşamayan insan hiçbir yerde buluşamaz. Sanat bütün önyargı duvarlarını yıkacak kudrete sahiptir çünkü. İnsan dünyanın her yerinde insandır. İnsan hikâyeleri dünyanın her yerinde insan hikâyeleri. Edebi eserler insanı kendine tanıtan aynalar olarak yardım ediyor psikolojiye. Bir roman okurken o kitabın kahramanlarıyla empati kurarız. An gelir özdeşleştiririz kendimizi onlarla. Bir hayatımız varsa da pek çok hayat deneyimine sahip oluruz böylece. Derinlerimizde kalmış olumsuz duyguları dışarıya atarız bu eserler sayesinde. Bir dinginlik ayarıdır bu. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Kürk Mantolu Madonna, Tatar Çölü, Suç ve Ceza, Dönüşüm, Vadideki Zambak, Genç Werther’in Acıları, Martin Eden… Bu romanların hepsinde insan halleri var. Raskolnikov’da bir katili değil bir insanı suça götüren zihinsel süreci anlatır Dostoyevski. Katil olmadan katil olmak nedir anlar Raskolnikov adına derin bir pişmanlık duyarız. Öte yandan seçkin tabaka için her şeyin mübah olduğu fikrindeki çarpıklığı görürüz. Dönüşümde aşağılanan insan vardır. Böcek olan bir insan değil. Kitabı okuduğumuzda aşağılamanın, dışlanmanın, duyulmamanın ne demek olduğunu anlarız. İnsan beyni hikâyeler aracılığıyla iletişim kurmaya doğuştan eğilimlidir. Bir hikâye duyduğumuzda ya da okuduğumuzda bilgiyi daha iyi işlemeye eğilimliyiz. Nöropsikolog Oliver Sacks, “Her birimiz diye yazar, bir biyografiyiz, bir hikâyeyiz. Her birimiz sürekli ve bilinçsiz olarak bizim tarafımızdan, bizim aracılığımızla ve bizim içimizde oluşturulan tek bir anlatıyız,” der. Hikâyeler zihnin dışına çıktığında iyileştiricidir. Psikoterapi sürecinde danışan, hayat öyküsünü ilk defa kendinden başka birine -bir yabancıya- anlatır. Bu sırada bir yazar gibi hikâyesini nasıl kurguladığını, nasıl bir tavırla anlattığını, dünyayı ve kendini algılarken hangi metaforlara başvurduğunu fark eder. İyi hikâyeler beyin ve bilinçaltımız üzerinde herhangi bir rasyonel durumdan çok daha büyük bir etkiye sahiptir.
ŞULE KÖKLÜ: Okumak yazarı besler, susmak yazar için ne ifade ediyor, kalemi besler mi susmak?
Okumanın bir başka türüdür susmak. Susan insan kainatı dingin bir ruhla izleyen insandır. Böylece varlıkların üzerindeki alışkanlık örtüleri bir bir kalkar. Geriye özgün resimler kalır. Gereğinden fazla konuştuğumuzda hakikatten uzaklaşıyoruz. İbn Atâullah el-İskenderî “Gelin Tacı - Hasta Kalplerin İlacı” isimli kitabında kalp aynasını parlatan dört şeyden söz ediyor. Bunlardan biri susmak. Cibran da, “İnsanın kürsüsü, geveze aklı değil suskun kalbidir,” diyor. Dünya o kadar gürültülü ki. Beni bundan daha çok yoran bir şey yok. Sessizlikte kendime kavuşuyorum. Yazmak istediğim ne varsa sessizlik toprağına muhtaç. Burada yakındığım suni gürültüler. Yüksek sesle konuşan insanlar, hoparlörü patlatan müzikler, tahammülsüzlüğün ifadesi klakson sesleri. Tabiattan yayılan sesleri ayrı tutuyorum. Çünkü bir kuşun ötüşü, rüzgârın uğultusu, dalgaların kıyıya vuruşu yazarın suskunlukta keşfettiği yankılar olabilir.
HİLAL KARAMAN: Hayvan Geçidi kitabının kurgu aşamasıyla ilgili sormak istiyorum.
Önce yazacağı hayvanı seçip sonra onun özelliklerini yansıtacağı bir hikâye mi kurguladınız? Yoksa önce kurguyu oluşturup sonra bu hikâyeye uygun özelikleri taşıyan hayvanı mı seçtiniz? Bu hikâyeleri yazarken yaptığınız araştırmada hayvanların özelliklerini öğrendikçe nasıl bir duygu yaşadınız?
İnsan tanıdıkça sever. Hayvanları tanıdıkça dünyamın bir parçası oldular. Onları tanıdıkça aslında birçok hayvanı tanımadan etiketlediğimizi fark ettim. Fabl türünün ilk ve en önemli örneklerinden olan Kelîle ve Dimne’yi inceleyen Cebbur ed-Düveyhi, “mesel” diye tabir edilen nasihat içerikli hikâyelerde hayvanları kullanmanın öneminden söz ederken “Sözün dış yüzü halka ve ileri gelenlere eğlence olsun; iç yüzü ise seçkinlerin zekâsına hitabetsin, onlara bir tür deneyim kazandırsın diye kitabı yırtıcı hayvanların, kuşların dilinden verdi,” der. Hayvanları tanıdıkça onları meşhur eden birçok özelliğin aslında insanlarla ilgili olduğunu gördüm. Bir nevi yansıtma yapıyor insanlar hayvan üzerinden. Bana gelirsek yırtıcı ya da korkak bir hayvan olmak nasıl bir his, bilmek istedim. Yazacağım hayvanın dünyamdaki çağrışımları, hakkında araştırma yaparken karşılaştığım dikkatimi çeken bilgiler kurgunun şekillenmesinde rol oynadı. Yazdığım hayvanların bibloları vardı masamda. Zorlandığım zamanlarda onlarla konuştum. Bana kalırsa biraz da onlar yardım etti hikâyelerini kurmama. Kitaplıktan üstüme düşen örümcek, yolda karşıma çıkan kirpi, beyaz taşların ilerisinde birlikte yol alan iki yunus. Hep gözümün önündeydiler. Hikâyelerini yazmam için bana sesleniyorlardı. Onları yazarken kendi hikâyemi anlattım. Aradan dört yıl geçti. Yazdığım hayvanlar hâlâ bana eşlik ediyor. Bir perde kapanıp öteki açılırken bir hayvan hikâyesinden ötekine geçmiş buluyorum kendimi.
ZEYNEP URAL EMİRDAĞ: Edebiyatın bütün türlerini düşündüğümüzde kendinizi hangi türe daha yakın hissediyorsunuz?
İçinde şiir olan bütün metinleri çok seviyorum. Dengeyi gözeterek hareket ettiğinizde öykünün de, romanında da, denemenin de gücünü artırabilir şiir. Böylece özlem gideriyorum şiirle. Yazarken benim için durum böyle. Okurken de şiiri ayrı bir yere koyuyorum. Beni dinlendiren, dağıldığımda toparlayan, söndüğümde canlandıran şiir oluyor her defasında.
SEVGİ YERLİOĞLU: Üçüncü kitabınız yakın zamanda çıktı. İki öykü kitabından sonra bir romanla karşılıyorsunuz okuru. Öykü nasıl bir ev sahibi sizin için, roman okura öyküden farklı olarak neler vaat eder? Sizin romanınız özelinde soracak olursak, hikâye evreninizde kurduğunuz büyülü atmosfer roman kalıbında nasıl karşımıza çıkıyor?
Öykü, bir öğle vakti uğradığım hayatın küçük bir dilimini paylaştığımız iyi bir ev sahibi. Bu misafirlikten çok şey öğrenmiş ve ruhen doymuş bir biçimde ayrılabilirim. Geçirilen vaktin kısa olması önemli değil. Esas olan niteliği, hafızanın hatıra albümüne fotoğrafların düşmüş olması. Romana gelince, o uzun süreli bir konaklamayı işaret ediyor. Tahammülü yüksek bir ev sahibi. Birlikte geçirilen günler çoğaldıkça birbirimizi daha çok tanıdığımız, birlikte dönüştüğümüz. Bazen birbirimize sabredemediğimiz bazen birlikte bayram sevinçleri yaşadığımız. İlk iki öykü kitabımda metaforların gücünden yararlanmıştım. Romanımda bir kulübe inşa ediyor kahramanım. Tomrukları sırtında taşıyor, masasını elleriyle yapıyor. Ormanda bir hayat kuruyor kendine. Bütün bunları şehrin ortasında yaşarken de yapabiliriz. Bir kulübe bir metafora dönüşür o zaman. Tomrukları ellerimizle değil zihnimizle üst üste koyarız. Bizim için bir itikaf mekânıdır artık.
GÜLDANE ERSOY: Eserlerinizde insan duygularının ve psikolojisinin davranışlarına yansımasını okuyucunuza şiirsel ve pozitif bir dille aktarıyorsunuz. Bu olumlu ve zarif aktarım sayesinde en hüzünlü sahneler dahi bizde gerginlik yaratmayıp enerjimizi düşürmüyor. Bu bakımdan sizi yürekten kutluyor ve okurunuz olarak teşekkür ediyorum. Son günlerde bir psikiyatrın kitapları dizilere konu olarak oldukça popüler hale geldi. Neredeyse her akşam ağır ruhsal sorunları olan insanların en kötü halleri sergilenerek milletimize negatif enerji bombardımanı yapılıyor. Bir yazar ve psikolog olarak sizin bu konu hakkındaki düşünceniz nedir?
Bir hikâyeyi aktarırken kullandığımız dil anlattıklarımız kadar önem taşımaktadır. Günlük yaşantımızda ihtiyaç duyduğumuz müşfik bir ifadedir. Fakat söz konusu medya olunca işler değişiyor. O dünyada önemli olan tek şey reytingler. Bu yüzden hikâyeler orta tonda değil uçlarda işleniyor. Bu gerçeği bilmenin, medya okuryazarlığı konusunda bilgimizi artırmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Gerçek hayat hikâyeleri filmlerdekinden çok daha ağır sahneler içerebilir. Fakat gerçek bir hikâyeden esinlenildiği söylenen bir dizinin ekranda seyirciyle ulaşana kadar sayısız müdahaleden geçtiğini unutmamalıyız. Yaşarken, izlerken, okurken kendi filtrelerimizi oluşturmamız önemli. O zaman karşılaştıklarımızın sadece şifasını alabiliriz ruhumuza. Posasını yük edinmenin bir yararı yok.
MELİHA ÖZ: Yakın zamanda Bir Kulübe adlı romanın yayınlandı. Daha evvel yayınlanmış iki tane öykü kitabın olduğunu biliyoruz. Seni, iki öykü kitabından sonra roman yazmaya iten ya da çağıran şey ne idi? İki farklı türün yazım süreci ile ilgili kişisel deneyimini bizimle paylaşır mısın; süreç, motivasyon, doygunluk bakımından ne gibi farklılıklar yaşandı?
İki öykü kitabımın ardından uzun bir hikâye yazmak istemiştim. İlk on beş sayfayı yazdığımda hâlâ hikâyemin başındaydım. Hocam Ali Ural, bunun hikâye olmadığını bir romanın girişi olduğunu söyledi ve beni hikâyeme sahip çıkmak konusunda teşvik etti. Kulübemi inşa ederken taşıdığım her tomrukta hocamın emeği ve duası vardır. İnsanlar için bir dinginlik mekânı olsun demişti. Bu süreçte büyük kayıplar yaşadım. Hocam bu acılarla ancak kulübeme sığınarak baş edebileceğimi söyledi. Roman öyküye göre daha çok emek ve dikkat istiyor. Nasıl ki ilmeğin kaçtığını fark ettiğimizde örgüyü sökmekten kaçınmamamız gerekiyorsa roman için de aynısı geçerli. Defalarca başa dönüp yazdığım bölümleri okuduğumu hatırlıyorum. Kurguda bir aksaklık olmasın diye. Öyküde hakimiyet yazar için romana göre daha kolay. Öte yandan her ikisi de benim için çok doyurucu. Onları bir tartıda tartamıyorum. Esas olan anlatmak istediğimiz hikâyeye hangi türün daha uygun olduğu bana kalırsa. Süreçle ilgili de şunu söyleyebilirim. Romanı yazdığım üç sene boyunca hikâyeyi düşünmeden yatağa girdiğim gecelerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Yazmadığım zamanlarda bile aklım fikrim hep masanın başına oturup kulübenin duvarlarını tamamlamakta, ormanda dolaşan Mimar’a eşlik etmekte, nöbet kulesinden huş ağaçlarını izlemekteydi.
RAHŞAN TEKŞEN: Yazmanın sizin hayatınızdaki karşılığı nedir? Yazan biri olmasaydınız, içinizdeki bu potansiyeli nasıl yansıtırdınız dışarı sizce?
On sene olacak neredeyse. Hayatımın önemli bir eşiğinden geçiyordum. Ali Ural Hocam, “Senin bundan sonra yazmaktan başka çaren yok,” demişti. Ben o eşiği yazarak geçtim. Yazmanın hayatımdaki karşılığı tam olarak budur. Bazı kapılar vardır hayatta. Kanadı ateştir. Yazmasaydım tutuşurdum. Yazdım da serinledim mi? Ama yazarak yanmak bir başka güzel.
Yazan biri olmasaydım ne olurdum bilmiyorum. Çünkü yazmadığım bir dönem yok hayatımda. Fakat kendimi biraz zorladığımda şöyle sahneler beliriyor gözümün önünde. Resim yapabilirdim. Kanun veya yan flüt çalabilirdim. Güzel olan şu ki yapmak isteyip vakitsizlikten ertelediğim her şeyi deneyimleme şansı elde edebiliyoruz yazarak. Bir Kulübe’nin kahramanı Mimar, notaları tabiatın şarkısına karışan bir kalimba çalıyor.
BİLGE DOĞAN: Hümeyra Yabar’ın en sevdiği yazar, en sevdiği şarkı, en sevdiği şiir, en sevdiği şair, en sevdiği film, en sevdiğiniz kişi, en sevdiği yer, varsa mottonuz?
Sevgi konusunda “en” dendiği zaman kalbim sıkışıyor. Çünkü sevdiğim diğer şeylere haksızlık etmekten korkuyorum. O yüzden “en”leri yeniden yorumlayarak cevaplamaya çalışacağım sorunuzu.
En sevdiğim roman yazarı: Ahmet Hamdi Tanpınar.
Kendi kendime kalınca en sevdiğim şarkı: Abdurehim Heyit - Karşılaşınca
Her zaman en sevdiğim şair: Hocam Ali Ural. Şiir kitaplarını her elime aldığımda aynı heyecanı duyuyorum. O şiirleriyle okurun avucuna ateşle buzu birlikte koyarak her zaman şaşırtan genç bir şair.
Bugünlerde mırıldanmayı en sevdiğim şiirden mısralar:
“ama gidemezsin yaz oturacaksın vakit gelmedi/ eşyalarını toplaman heyhat bir ömür sürer/ bavula sığmaz denk yapsan bir koca bahçe/ sararır şaşkın iplerin arasında aşk günleri”
En sevdiğim filmlerden bir film: Pi’nin Yaşamı. Durup durup soruyorum kendime: Ben hangi hikâyeye inanmayı seçiyorum?
En sevdiğim kişi: Sevgili Babam. Asıl yurtta buluşmak tesellisiyle.
En sevdiğim yer: Beyaz taşların denizle buluştuğu bir kıyı. İki yunus gördüm orada. Birbirinden ayrılmayan iki sevgili olarak açık denizlerde yol alıyorlar hâlâ.
Bir motto: “Olanda hayır vardır,” sözü kabul ve teslimiyet aşılıyor kalbime
Söyleşi: Bilge Doğan
BERDÜCESİ - Sayı: 9